Ana içeriğe atla

EMİR SÎGASI NEYİ GEREKTİRİR?

Fıkıh usûlünün en tartışmalı konularından biri hiç kuşkusuz emir bahsidir. Literatürde fiilin emir sayılıp sayılmayacağı, emir için belirlenmiş bir sıyganın bulunup bulunmadığı, if’al (yap!) siygasının hangi anlamı veya anlamları ifade etmek için vaz edildiği, karinesiz kullanımda bu anlamlardan hangisinin önceleneceği, emrin fevri veya tekrarı gerektirip gerektirmediği gibi pek çok konu ayrıntılı bir şekilde tartışılmaktadır.

Bu sıyganın, 
a) vücup, nedb, irşad, ibaha, ikrâm, imtinan... gibi pek çok anlama gelebileceği, 
b) bu anlamların tümünün emir sıygasının hakikî anlamı olmadığı 
c) emir sıygasının kullanıldığı anlamı, öncelikli olarak sıygasının değil, karinelerin tayin ettiği 

gibi hususlarda dilciler ve usûlcüler arasında bir ittifaktan söz edilebilirse de hakiki anlamın bunlardan hangisi veya hangileri olduğu hayli tartışılmış ve neticede şu dört anlam öne çıkmıştır: vücup, nedb, ibaha ve tehdid.

Emir sîgasının delaleti konusunda başlıca iki yaklaşımdan söz edilebilir. Kimi usulcülere göre emir sîgası hâss; kimilerine göre ise müşterektir. Ancak vücupta mı, nedbte mi, yoksa ibahada mı hâss olduğu hususu ihtilaflı olduğu gibi müşterekliğin mahiyeti de ihtilaflıdır.

Müştereklik olgusundan dolayı emrin neyi gerektirdiği konusunda tevakkuf eden Usûlcüler, bu konuda prensip hükmü koymamışlar ve kimileri emir sıygasının lafzî müşterek olduğunu söylerken kimileri, manevi müşterek olduğunu savunmuşlar, kimileri de emir sıygasının müşterek mi, hâss mı olduğunu tespit etme imkânının dahi bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Kimi Usûlcüler ise amelî alanda karinesiz emirlerin çok yaygın olduğunun farkında oldukları için muhtemelen hukuki düzenlemelerin tıkanacağını ve naklî delil bulmakta zorluk çekileceğini ön görerek alan ayrımına gitmişler ve emir sıygası amel bakımından vücubu gerektiriyor olsa bile gerektirdiği hüküm konusunda itikaden tevakkuf edilmesi ve emrin sahibi, verdiği emirle her neyi dilediyse onun hak olduğuna inanılması gerektiğini söylemişlerdir.

Şatıbî de el-Muvafakât adlı eserinde emir sîgaları ile makasıd hiyerarşisi (zaruriyyat, haciyyat, tahsiniyyat) arasında bağlantı kurmak suretiyle tevakkuf görüşünü tercih ederek şu değerlendirmeyi yapmıştır:

“Aslî olan bir şeyin emredilmesi ile ona tâbi bir vasfın emredilmesi derece bakımından aynı güçte olmayıp bütüne yönelik olan talep ayrıntılara veya vasıflara ya da tek tek cüzlere yönelik olan emirden daha güçlü ve tâbi olan şey, aslî olana göre fer’î-tâlî bir öneme sahiptir. Dolayısıyla tâbi olan vasfın dikkate alınması durumunda temel olan şey, bozuluyorsa tâbi dikkate alınmaz. (...) Şu halde asılla ilgili bir emir, tabiye ilişkin emirden daha önceliklidir. Bu sıralama ile ortaya çıkmaktadır ki şeriatta emirlerin hepsi aynı güçte olmayıp her biri tek bir amaç altına girmemektedir. Şöyle ki zaruriyata ilişen emirler hâciyata ve tahsiniyâta benzemez. Zaruriyatın tamamlayıcısı niteliğinde olan emirler de zaruriyata yönelik olan emirler gibi olmayıp aralarında belli bir fark vardır. Bir adım daha atarak zaruriyata ilişen emirlerin dahi hepsinin aynı güçte olmadığını söyleyebiliriz. Mesela dine ilişkin bir talep güç bakımından cana ilişen gibi; cana ilişen de akla ilişen gibi değildir (...) Şu halde “emir sıygasının neyi gerektirdiği” konusunda emrin şunu mu, bunu mu gerektirdiğini söylerken bu husus dikkatten uzak tutulmamalı ve her bir mesele özelinde bu mana dikkate alınmalıdır... Delili zahir olmayan herhangi bir emir sıygası hakkında genel bir yargıda bulunmak zordur. Bundan dolayı bu konuda en uygun görüş ehl-i tevakkufun görüşüdür (mezhebu’l-vâkıfiyye). Kaldı ki Arapçada (vücup ve nedp gibi) cihetlerden birinin öne çıkarılmasını gerektiren herhangi bir delil de yoktur. Şu halde yapılacak şey, tek tek her emri şu şekilde incelemeye tabi tutmaktır: Bu emir, birinci dereceden (aslî/metbû) amaçla mı, yoksa ikinci dereceden (tabi) amaçla mı talep edilmiştir? Şayet birinci dereceden bir amacı gerçekleştirmek için talep edilmiş ise talep edilenler türünün en tepesinde yer alır. İkinci dereceden bir amacı gerçekleştirmek için talep edilmişse bağlı olduğu zarurînin, varlığını onsuz koruyup koruyamadığına bakılır. Şayet koruyamıyorsa o zaman o şey, söz konusu zarurinin rüknü ve onu ikame eden bir parça olarak kabul edilir. Zaruri onsuz varlığını koruyabildiği zaman ise emre konu olan şey bir rükün değil, zaruriyi tamamlayan harici bir unsur demektir.” (Muvafakât, III, 186-188)

Yazıyı nihayete erdirmeden önce şu hususun altını çizmekte yarar var: Emir sîgasının delaleti, umum lafızlarının kapsamı ve Hz. Peygamber'in fiillerinin niteliği gibi mesailde tevakkuf, araştırma neticesinde duraksama ve kararsız kalma değil; bilinçli bir tavır olup bu yaklaşım sahiplerine göre her bir emir sîgası biriciktir. Dolayısıyla bir çırpıda vücup, nedb veya ibaha anlamlarından birine hamletmektense, nassı kuşatan lafzî ve gayri lafzî karineleri araştırmak ve tespit edilen karineler doğrultusunda bir anlam takdir etmek gerekir. Emrin tek bir manada hâss olduğunu savunanlara göre onu bu anlamdan çıkartmak için karine (karine-i sarife) aranması gerekirken tevakkuf ehline göre anlamlardan birini belirlemek için karine (karine-i muayyine) aranır.

Yorumlar