Ana içeriğe atla

MÜMTENİ BİR FİİL İLE YÜKÜMLÜ TUTMAK CAİZ MİDİR?

Abdülaziz Buharî’nin Pezdevî’nin usulü üzerine yazdığı Keşfü’l-esrâr adlı eser, Hanefi usul literatürü içinde müstesna bir yere sahiptir. Usulü’l-Pezdevî gibi, demir leblebi bir eserin anlaşılmasını sağlaması yanında o döneme değin sürdürülen usul tartışmalarının pek çoğunu ihtiva etmesi itibarıyla da bir usul ansiklopedisi görünümündedir. Bu eserde dikkat çekici özelliklerinden birisi de farklı münasebetlerle Abdülaziz Buharî’nin “va’lem” (Bilesin ki...) diye söze başlayıp bir meseleyi hülasa eden açıklama notlarıdır. Yer yer sayfaları bulan 150 civarında bir yekün tutan bu notların esere ayrı bir değer kattığı belirtilmelidir.

Geçen yazılardan birinde Buharî’nin bu açıklama notlarından birini aktarmıştım. Bugün de Eş’arîler ile Matüridilerin Allah tasavvurundaki farklı yaklaşımlarını çok iyi yansıttığını düşündüğüm teklif-i mâ lâ yutâq ile ilgili bir pasaj aktaracağım. Yorumu size kalmış.

“Bilesin ki ümmet, teklif-i mâ lâ yutâq olarak bilinen mümteni bir fiil ile mükellef tutmanın caiz olup olmadığı hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Ashâbımız (Matüridiler) bunun aklen caiz olmadığını; bu sebeple şer’an da vuku bulmadığını savunmuştur. Eş’arîler ise bunun aklen caiz olduğu görüşünde olup vuku bulup bulmadığı hususunda ise ihtilaf etmişlerdir. Ancak sahih olan vuku bulmadığı görüşüdür. İki fırka arasındaki ihtilaf, -birbirinin zıddı olan iki şeyi birleştirmek gibi- özü itibarıyla mümteni (imkansız) olan fiiller hakkındadır. Firavun, Ebu Cehil ve küfür hali üzere ölen diğer kafirler gibi, Allah’ın ilminde iman etmeyecekleri sabit olan kişileri iman ile yükümlü tutmak türünden harici bir sebeple mümteni olan fiillerin ise aklen caiz ve şer’an vaki olduğu hususunda ittifak vardır.

Eş’arîler görüşlerinin aklî gerekçesini şöyle izah etmişlerdir: Allah’ın mükellef tutması, kulları ve köleleri üzerinde bir tasarruftur. Bu ise kulun gücünün yetip yetmediğine bakılmaksızın caizdir. Çünkü bu türden fiillerle mükellef tutmanın caiz olmaması için ya teklifin özü itibarıyla muhâl olması ya da çirkin olması gerekir.

Muhal olduğu söylenemez; çünkü Allah’tan kuluna mümteni bir fiili yapma emrinin sadır olması tasavvur edilebilir bir şeydir. [Tasavvur edilebildiğine göre muhâl değil demektir.]

Çirkin olduğu da söylenemez; çünkü çirkinlik amacın hasıl olmamasından kaynaklanır. Varlığı ezelî olan Allah ise amaç sahibi olmaktan münezzehtir.

Ashabımız (Matüridiler) ise görüşlerini şöyle temellendirmişlerdir: Kör olan birini bir şeyi görmekle yükümlü tutmak gibi, bir fiili yapmaktan aciz olan bir kişinin onu yapmakla yükümlü tutulması, bu alemde (şahid) sefeh (akıl melekesinden yoksunluk) olarak değerlendirilir. Dolayısıyla böyle bir şeyin hikmet sahibi olan Allah’a nispet edilmesi caiz değildir. Teklifin hikmeti, bize göre kulların sınanmasıdır. Bu ise ancak kulun özgür iradesiyle yapıp sevap alacağı ya da terkedip cezalandırılacağı türden fiiller hakkında söz konusu olabilir. Teklife konu olan fiilin kul tarafından yapılması imkân dahilinde olmayınca kul o fiili terketmeye mecbur kalır ve imtinadan dolayı mazur olur. Bu durumda ise sınama (ibtilâ) tahakkuk etmez...” İntehâ.

Yorumlar