Ana içeriğe atla

ŞATIBİ'NİN DÜŞÜNCESİNDE BAĞLAMSAL YORUM

“Sözün siyakı, duruma, zamana ve olaya göre değişir. Bir sözü dinleyen ve anlamak isteyen kişi, söz konusu olayı ve onu gerektiren durumu (muktezâ-yı hâl) dikkate alarak sözün başına ve sonuna bakmalıdır. Söz konusu olaya, birkaç cümle ile temas ediliyorsa bunların hepsi birbirine bağlıdır. Çünkü tek bir olay hakkında indirilmiştir. Bundan dolayı konuşulan sözü anlamak isteyen kişi, sözü başı ve sonuyla bir bütün halinde değerlendirmelidir. Şari’in maksadı ancak bu yolla anlaşılabilir. Kişi, sözün her bir parçasını birbirinden bağımsız olarak ele alırsa konuşanın iletmek istediği mesajı alamaz. Bu sebeple bir sözü doğru anlayabilmek için onun sadece parçaları üzerine düşünmek yeterli değildir. Bunun tek istisnâsı şudur: Duyduğumuz sözü, önce konuşanın kastını bir yana koyarak, Arap dilinin kuralları gereğince salt metin düzeyinde anlamaya çalışırız. Metni Arap dilinin kuralları düzeyinde anladıktan sonra ikinci aşamada sözün bütünü üzerinde düşünmek suretiyle konuşanın kastını tespit eder ve o doğrultuda hareket ederiz. Sebeb-i nüzuller üzerine düşünmek de Allah’ın kastının tespit edilmesi konusunda yardımcı olabilir. Çünkü sebeb-i nüzul, düşünenler için farklı şekilde anlaşılabilecek pek çok konuda kastı ortaya çıkarır.”

Yukarıdaki paragraf, el-Muvafakât müellifi Ebû İshâk İbrahim eş-Şatıbî’ye ait olup bağlamsal yorumun iki esaslı düzeyine işaret etmektedir. Bu düzeylerin ilki nasslara parçacı yaklaşılmaması ve metnin tamamından çıkan anlamın öncelenmesi, yani siyak-sibak (metin içi bağlam) dikkate alınarak nassın bir bütün olarak değerlendirilmesidir. İkincisi ise hal karinelerini bünyesinde barındıran sebeb-i nüzullerin nassların yorumunda ihmal edilmemesidir. 

Şatıbî, nasslara parçacı yaklaşmamak gerektiğinden söz ederken bir de istisna yapmakta ve metnin her şeyden önce cümle cümle nahiv kuralları uyarınca anlaşılması gerektiğinden söz etmektedir ki esasında bu da sözdizimi siyakıdır. Çünkü cümle içinde kullanılan kelimeler birbirinin anlamını tayin eder; yani kelimeler arasında diyalektik bir ilişki vardır. Mesela ‘ayn kelimesi sözlükte “göz, pınar, güneş, casus” gibi anlamlara gelen çok anlamlı bir kelime iken “be‘ase’l-meliku ‘uyûnehu fi’l-medîneti” (Kral casuslarını şehre gönderdi) cümlesinde “casus” anlamına gelir; çünkü böyle bir cümle içinde kelimeye diğer anlamlarının takdir edilmesi mümkün değildir. Yine “yüz” kelimesi, sözlükte pek çok anlama gelebilen eşsesli bir kelime iken; “Müellifin yüzü aşkın makalesi var.” “Yüzmeyi çok severim.” “Yüze yüze kuyruğuna geldik.” “Öğretmen kopya çektiğimi söyleyince yüzüm kızardı.” “Bazı insanlar çok yüzsüz oluyorlar.” “Yüzümde sivilce çıktı.” gibi cümlelerin her birinde kelimenin hangi anlamda kullanıldığı net olarak anlaşılır. İşte bütün bu cümlelerde ‘ayn ve “yüz” kelimeleri müşterek/eşsesli kelimeler olmasına rağmen anlamı açık ve net kılan şey, kelimelerin kullanıldıkları cümle içinde ifade ettikleri anlam ilişkileridir.

Bir sonraki merhalede birbirini takip eden cümleler arasındaki siyak-sibak ilişkisi yer alır. Cümleler arası ilişkiler dikkate alınmaksızın bir metinden cımbızla birkaç kelime veya kısa bir cümle çekilip üzerine bir hüküm bina edilmesi halinde sözün konuşanın kasdından uzaklaşması kuvvetle muhtemeldir ki alimlerimiz, bir sözün konuşanın kastı dışında yorumlanmasına “tefsiru’l-kavl bimâ lâ yerdâhu sâhibuh” demişlerdir. Sözdizimi bağlamı ve siyak sibakı, siyakın birinci düzeyi olan metin içi bağlam başlığı altında toplamak mümkündür.

Şâtıbî’nin işaret ettiği ikinci siyak düzeyi ise, konuşanın kastını ortaya çıkaran metin dışı bağlam olup buna "durum bağlamı" veya -daha bilindik ve klasik ifadesiyle- hâl karineleri de diyebiliriz. Sözgelimi Kadir suresinin ilk âyeti olan “Biz onu kadir gecesinde indirdik” cümlesindeki “o” zamirinin daha önce geçmiş bir mercii yoktur. Bununla birlikte sahabe, bu zamir ile Kur’an’ın kastedildiğini haricî karinelerle anlamıştır. Yine Sâd 32. âyette geçen “... Süleyman (güneş) gözden kayboluncaya kadar atları izledi” cümlesinde “gözden kayboldu, gizlendi” anlamına gelen “tevârat” fiilinin fâili de ayette zikredilmediği halde haricî karine ile kastın güneş olduğu anlaşılmıştır.

Kur’an-ı Kerim veya hadisler söz konusu olduğunda hâl karinelerinin genellikle sebeb-i nüzul veya sebeb-i vürud olarak nakledilen rivayetlerde saklı olduğu izahtan varestedir. Kur’an-ı Kerim’in sebeb-i nüzulden bağımsız pür metin olarak telakki edilmesi bizi ciddi anlama problemlerine maruz bırakır. Bir örnek verelim:“Safa ve Merve Allah’ın değer atfettiği birer nişanedir. Bu sebeple hac veya umre yapan kişinin bu iki tepe arasında hızlıca gidip gelmesinde sakınca yoktur” (Bakara, 158) ayeti salt metin olarak yorumlandığında varılacak sonuç, Safa-Merve tepeleri arasında sa’yin terkinin evlâ olduğudur. Halbuki eskiden bu tepelerde İsaf ve Naile isimlerinde birer put bulunduğu ve müşrikler bu putlar arasında sa’y ettiği için sahabeden bir kısmı bu iki tepe arasında sa’y etmeye çekinmişler ve bu âyet onların bu çekincesini gidermek amacıyla nazil olmuştur. Yani âyetteki “sakınca yoktur” ifadesi tarihüstü bir mesaj taşımayıp, esasında ilk muhatapları psikolojik olarak rahatlatma gayesiyle indirilmiştir. Nitekim müctehidlerin geneli burada sebeb-i nüzulu dikkate alarak Safa-Merve arasında sa’y etmenin sünnet veya vacip olduğunu söylemişlerdir.

Nassların bütünlük içinde ve sebeb-i nüzul rivayetleri uyarınca anlaşılması gerektiğini savunan Şâtıbî bununla da kalmamış ve bağlam düzeylerini daha ileri noktaya taşımıştır. Şöyle ki Şatıbî’ye göre şari, şeriat koyarken anlaşılır olmasını hedeflemiştir ve şeriatı ilk muhataplar açısından anlaşılır kılan iki temel parametre vardır: arabîlik ve ümmîlik. Şâtıbî’nin arabîlik-ümmîlik merkezli şeriat yorumuna göre şeriat, bir yandan muhataplarına şekil verirken bir taraftan da muhataplara göre şekil almıştır. Onun bu düşüncesi, klasik İslâmî literatürde siyak düşüncesinin zirvesini temsil etmektedir. Evet, Cüveynî, Gazzâlî ve İbn Dakîkül‘îd gibi diğer pek çok usulcü de nassların yorumunda siyaktan yararlanılması gerektiğini söylemektedir; ama onların siyak anlayışının çerçevesi, Şâtıbî’ninkine nispetle daha dardır ve daha ziyade sebeb-i nüzul rivayetleri etrafında dönüp dolaşır. Şatıbî ise nassları arabîlik ve ümmîlik ekseninde okumak suretiyle aslında “sosyokültürel bağlam” düzeyinden söz etmektedir.

Yorumlar