İlahiyat camiasında usul-i fıkıh ilminin yalnızca fıkhın usulü olduğuna ve dolayısıyla sadece fıkıhçıların iştigal etmesi gereken bir alan olduğuna dair yaygın bir kanı vardır. Ancak bu kanı son derece yanlıştır; çünkü fıkıh usulü terkibindeki “fıkıh” kelimesi, şer’î amelî hükümleri araştırma konusu edinen ilmin özel adı olmaktan ziyade tefakkuh; yani anlama ve kavrama anlamındadır. Şu halde fıkıh usulü, dini gereği gibi anlama ve kavramanın usulünü ve yöntemini öğreten ilim demektir.
Dinin “uygulama, inanç ve ahlâk” olmak üzere başlıca üç boyutu vardır. Uygulama boyutu fıkıhçılar; inanç boyutu kelamcılar; ahlak boyutu ise ahlâkçı ve tasavvufçular tarafından araştırma ve inceleme konusu edilmiştir. Tefsir ve hadis ilimleriyle birlikte bu ilimlerin tümüne birden akademide Temel İslam Bilimleri denilmektedir. Nasslar, bütün bu ilimlerin temel kaynağı olduğuna göre nassların doğru bir şekilde anlaşılıp yorumlanabilmesi için bir yöntem bilgisine ihtiyaç bulunduğu izahtan varestedir.
Şer'î delillerin sübut ve delalet açısından incelenmesi için bir yöntem sunan tek ilim fıkıh usulü ilmidir. İlahiyat müfredatında tefsir usulü ve hadis usulü adlarını taşıyan ilimler bulunuyorsa da bu ilimler -sanıldığının aksine- araştırmacıya fıkıh usulüne alternatif olabilecek bir yöntem sunmaz. Nitekim tarihte bu ilimler “usul” adından ziyade “ulûmu'l-Kur'an”, ulûmü'l-hadis ve mustalahu'l-hadis gibi adlarla anılmışlardır. Zerkeşi'nin el-Burhan'ı ve Suyuti'nin el-İtkan'ı gibi ulumu'l-Kur'an literatürünün hacimli bir kısmı, yönteme dair hiçbir bilgi içermeyen “Mekkî-Medenî”, “Nâsih-Mensuh” gibi yığma bilgiden ibarettir. Dile dair bahislerin çoğu ise fıkıh usulü literatüründen devşirmedir. Zerkeşî'nin ulumu'l-Kur'an'a dair el-Burhan'ı ile fıkıh usulüne dair el-Bahru'l-muhit'inin dil bahislerinin mukayesesi yapıldığında bu net bir şekilde görülür. Mustalahu'l-hadis literatürünün konuları ise adından da anlaşılacağı üzere bir takım hadis ıstılahları ve hadislerin metninden ziyade, senedine ilişkin teknik bilgilerden ibaret olup delalete dair hiçbir bahis içermez.
Kelam ilmine gelince, fıkıh gibi onun da naklî ve aklî olmak üzere iki esaslı yönü vardır. Din konusunda nakil, Kur'an ve hadis metinlerinden ibaret olduğuna göre bir kelamcının usul-i fıkha olan ihtiyacı fıkıhçıdan daha az değildir. Üstelik fıkıh usulü literatürünün bir bölümü “fukaha mesleği” olarak anılırken hiç de azımsanmayacak diğer bölümü ise “mütekellimîn mesleği” olarak anılır. Çünkü ilkine nispetle daha soyut ve az örnekli bir içeriğe sahip olan bu ikinci yazım tarzı, Ebu'l-Hüseyin el-Basrî, Bakıllânî, Cüveynî, Gazzâlî, Razi ve Amidî gibi kelam alimlerinin elinde doğum gelişmiştir. Bu tasnifin hakikati ne ölçüde yansıttığı tartışılabilir ise de, tartışmasız kabul edilmesi gereken husus, klasik dönemde kelam alimlerinin fıkıh usulünden bigane kalmadıkları, fıkıh usulüne dair eserler telif etmeye gerek duydukları ve bu ilme çok büyük katkılar sunduklarıdır.
Nitekim fıkıh usulü literatürü incelendiğinde -hüsn kubh bahsi gibi pek çok tartışmanın taraflarının Ebu Hanife ve Şafii gibi fakihler değil; Nazzam, Maturidî, Eş'arî ve Bakıllânî gibi kelamcılar olması da bu ilmin kelamcılar tarafından ilgilenilmesi gereken bir ilim olduğunun açık bir göstergesidir. Ne var ki geldiğimiz noktada kelamcıların hepsi değilse bile büyük bir kısmı, köklerini unutmuşlar ve fıkıh usulünü fıkıhçıların tekeline bırakmışlardır.
Ne yazık ki günümüzde dini konulardaki pek çok tartışma ve didişmenin en önemli sebeplerinden biri hiç kuşkusuz, eskinin biricik yönteminin bugün yerini alternatif yöntemlere (!) bırakması ve ayet ve hadislerin usulsüzce yorumlanmaya çalışılmasıdır.
Nitekim ne demişti bir bilge? “Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir.”
Yorumlar