Çağdaş dönemde yazılan fıkıh usulü eserlerinin başında usulcü ile fakih arasındaki bazı farklara işaret edilmekle birlikte zikredilen bilgiler genellikle sadra şifa olmaktan ve aradaki farkı izahtan uzaktır. Özetle ifade edersek fakihin uğraş alanını tafsilî deliller; usulcülün alanının ise icmâlî deliller olduğu belirterek bir iki örnek üzerinden fark izah edilmeye çalışılır. Genellikle zikredilen örnek şudur: Usulcü, “İlke olarak -vücuptan çıkaran bir karine bulunmaması halinde- emir siygası vücup ifade eder” kuralıyla ilgili araştırma yapar; fakih ise bu kuralı hazır olarak alıp tafsîlî delillere tatbik eder. Mesela “Namazı dosdoğru kılınız” ayetine tatbik etmek suretiyle namaz ibadetinin farz olduğu kanaatine varır.
İyi de fakih/müctehid olmanın şartları arasında kaynak bilgisine ek olarak usul-i fıkıh bilgisi de zikredilmektedir. Şu halde bir fakihin usul-i fıkıh bilgisine de sahip olması gerektiğine göre “Her fakih aynı zamanda usulcüdür; ama bir usulcü fakih olmayabilir” diyebilir miyiz?
Kanaatimce mutlak müctehid için diyebiliriz ama her fakih için aynısını söyleyemeyiz.; çünkü fıkıh usulünü bilmek başka, usulcü olmak başkadır. Bir fakih, fer’î meselelerde görüş beyan edebilmek için bir takım usul kurallarını bilmek zorundadır. Ama usul kuralını bilen her kişinin usulcü olduğu söylenemez. Mesela emir siygası konusunda “emrin vücup ifade ettiği” bilgisini bir postüla olarak ezberleyip nasslara tatbik etmek usulcü olmak için yeterli değildir.
Peki, o zaman usulcü kimdir? Usulcünün işi, “emir siygasının vücup ifade ettiğini” ispatlamak değil; emir siygasının medlülünün ne olduğunu; vücuba mı, nedbe mi, ibahaya mı delalet ettiğini araştırmaktır. Yaptığı istikra/araştırma sonucunda bu alternatiflerden birini seçebileceği gibi; emir siygasının bunlar arasında müşterek olduğu yolunda bir kanaat de benimseyebilir. Usul okumasında amaç, şayet Hanefilerin veya Şafiilerin ya da başka bir mezhebin furu meselelerinde tatbik ettikleri kuralları öğrenmekten ve yeni fer'î meselelerde onları uygulayarak mezhebe uygun bir kanaat belirlemekten ibaretse; yani mensup olduğumuz mezhebte tafsili delillerden hüküm çıkarmak için kullanılan kuralların doğruluğunu sorgulama ve diğer görüşlerle karşılaştırma ihtiyacı hissetmiyorsak usul ilmiyle bir usulcü olarak değil; bir fıkıhçı olarak iştigal ediyoruz demektir.
Çünkü usulcü olmak kuralı uygulamaktan ziyade sorgulamayı; “Emir ve nehy sigalarının medlülü nedir?” “Hz. Peygamber’in fiillerinin medlülü var mıdır; varsa nedir; hangi nitelikte olanları bağlayıdır?”; "İcma’, istihsan, kıyas vb. istinbat yöntemleri geçerli birer yöntem midir?”, “Haber-i vahidin hücciyeti nedir; zannî mi yoksa kat'î bilgi mi ifade eder?”, “Âmm veya hâss bir lafzın delaleti kat’î midir, yoksa zanni midir?”, “Tahsise uğrayan âmm bir lafız, tahsisten sonra kat’iyetini korur mu, yoksa zannîleşir mi?” vs. sorulara cevap aramayı gerektirir; belli bir mezhebin usul literatüründeki hazır cevapları ezberlemeyi değil.
Yorumlar