Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Snapshot İctihadı

Fotoğrafçılıkta “şipşak resim” adı da verilen snapshot diye bir terim vardır, poz vermeksizin anlık fotoğraf çekme anlamında kullanılır. Özel olarak tasarlanmamış olan anlık bir manzaranın fotoğrafı aniden çekilerek ölümsüzleştirilir. Fıkıh tarihinde de bu nitelemeye seza -ve kanaatimizce eleştiriye açık- bazı ictihadlar vardır. Temsil gücü yüksek birkaç örnek vererek devam edelim: 1)       Şafii’ye göre Cuma namazının kılınabilmesi için asgari 40 kişilik bir cemaat bulunmalıdır; çünkü Hz. Peygamber’in Cuma namazı farz kılındığında ilk Cuma namazını Ranuna vadisinde yaklaşık 40 kişiden oluşan bir cemaat ile kıldığına dair bazı rivayetler vardır. Ne var ki bu konuda Hz. Peygamber’in bu sayıdan az cemaat ile Cuma namazı kılınmayacağına dair herhangi bir beyanı yoktur. İmam Şafii ve bu görüşü benimseyen diğer müctehidler ilk Cuma namazındaki cemaat sayısının fotoğrafını çekerek bundan aşağı olması durumunda Cuma namazı kılınmayacağını savunmuşlardır ki bu ...
En son yayınlar

MEAL MÜSLÜMANLIĞININ VARDIĞI NOKTA (2)

Facebook'ta bir grupta "Kadın ve erkek için Cuma namazının hükmü konusunda ne dersiniz?" sorusunun yer aldığı paylaşımın yorumları arasında şöyle bir yoruma rastladım: "Arkadaşların dedigi gibi yatıp kalkmakla ibadet olmaz. Namaz Kuran'da yoktur. Salad vardır. Salad nedir? Tuzdur; yani yardımlaşmadır." Yorumu okuyunca şaşkınlıktan dudağım uçukladı. Müfessir-i fazılımız (!) önce Kur'an'da namaz lafzının olmadığını; salad (salat değil!) lafzının yer aldığını tespit ediyor. Buradan (salt değil!) salad lafzının tuz anlamını geldiğini tespit ediyor. Sonra da tuz ile yardımlaşma anlamına intikal ediyor ve Kur'an'daki "namazı ikame edin", "namazları muhafaza edin!" içeriğinde hemen ne kadar ayet var ise bunlarla "yardımlaşma" anlamının kastedildiği sonucuna varıyor. Daha önce buna benzer hac kelimesiyle ilgili bir paylaşım daha yapmıştım. O müfessirimiz de (!) şöyle diyordu. "Haccın kelime anlamı tartı...

KUNUT DUALARI VE AMELÎ TEVATÜR

Yüksek lisansta Zihni Efendi’nin Nimet-i İslam’ı üzerine çalıştığım esnada merhumun kunut dualarını açıklarken koyduğu iki dipnot hayli dikkati çekmişti. Dipnotlara değinmeden önce halk arasında “İnna nesta’înüke” adıyla bilinen ilk kunut duasının Hanefi fıkıh literatürünün genelinde nakledilen tertibini zikredeyim: اللهم إنا نستعينك (ونستهديك) ونستغفرك ونتوب إليك (ونؤمن بك) ونتوكل عليك ونثني عليك الخير كله نشكرك ولا نكفرك (Bkz. Molla Hüsrev, Dürerü'l-hükkâm fî gureri'l-ahkâm, Dâru ihyâi'l-kitâbi'l-ArabîI, 113.; Tahtavî, Hâşiyetü't-Tahtâvî alâ Merâqi'l-felâh, I, 378; Meydanî, Lübâb, I, 76) Zihni Efendi, “nestehdîke” cümlesi hakkında şöyle diyordu: “Bu cümle bizim hıfzımızdaki kunutta bundan sonraki cümleden sonradır; o bundan evveldir. Me’hazde ve mütedavel olan kütüb-i fıkhiyyenin ağlebinde bu vechile mesturdur. Bizim mahfuzumuz olan tertip ise ancak Halebî’de ve Mecmau’n-enhur’dadır.” (Nimet-i İslam, Kitab-ı Salât, s. 355) “nü’minü bike” cümlesi h...

KAPSAM SORUNU (2)

Tedricin bir gereği olarak, asr-ı saadette şer’î düzenlemeler bir defada toptan gönderilmemiş ve şer’î hüküm ihtiva eden ayetler ve nebevî beyanlar bir takım olayların gerçekleşmesi veya bir mesele hakkında soru sorulması üzerine peyderpey gelmiştir. Gelen hükümlerin sebepleriyle sınırlı tutulması halinde pek çok ayet ve hadisin ilgili olay veya soru haricinde hiçbir beyanda bulunmaması gibi bir sonuç doğacaktır ki bu, dinin tarihüstü ve evrensel oluş keyfiyeti ile bağdaşmaz.  Bu tehlikenin önüne geçmek için fıkıh usulünde “sebebin hususiliği hükmün umumîliğine engel teşkil etmez” ve “sebebin hususiliğine değil, hükmün umumiliğine itibar edilir” kuralları vaz edilmiş; böylelikle özel bir sebebe binaen varid olan bu hükümlere tarihüstü bir mahiyet kazandırılmıştır. Ancak bu konudaki aşırı hassasiyet, başka bir soruna yol açmış ve lafızların, mütekellimin maksudu doğrultusunda, kimi zaman daha geniş, kimi zaman da daha dar çerçevede anlaşılmasını sağlayan siyak ve haricî karinel...

KAPSAM SORUNU (1)

Fıkıh usulü literatüründe ana çatı olarak “deliller” ve “hükümler” olmak üzere iki temel konu vardır. Hükümler bahsinde hükmün mahiyeti ve türleri, hakim (hüsn-kubh), mükellef gibi konular incelenirken deliller bahsinde Kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunların fer’i niteliğindeki tali deliller incelenir. Fıkıh usulü literatatürün genelinde hacim bakımından üçte birlik bir yekün tutan dil bahisleri ise mütekellemîn usul literatüründe müstakil bir bölümde; Pezdevî sonrası Hanefî usul literatüründe ise “Kitap” başlığının içinde incelenir. Hanefîlerin dil bahislerini bu başlık altında ele almasının başlıca sebebi Kur’an-ı Kerim’in dilsel bir metin (hitap/kitap) olmasıdır. Bununla birlikte usulcüler, dil bahislerinde yer alan lafız türlerinin ve ilgili kuralların, hadislerin yorumu için de aynen geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Dil bahisleri, son dönemde kıyas, istihsan ve ıstıslah gibi reye dayalı delillere nispetle daha az ilgi görüyorsa da bu konunun özellikle umum ifade eden lafızlara d...

ŞATIBÎ ÖNCESİNDE KUR’AN’IN ARABÎLİĞİ

“Şatıbî’nin Düşüncesinde Bağlamsal Yorum” başlıklı yazımızda Şatıbî’nin nassların yorumunda siyak-sibak bağlamı (paragraf/konu bütünlüğü) ve sebeb-i nüzul rivayetlerinde saklı olan tabii bağlama önem verdiğini ifade etmiş ve bununla da yetinmeyerek arabilik ve ümmilik terimleri üzerinden sosyo-kültürel bağlama da dikkat çektiğini vurgulamıştık. Şatıbî’nin arabilik ve ümmilik terimlerine hangi muhtevayı yüklediğine geçmezden evvel Şatıbî öncesinde arabilik ve ümmiliğin ne idiğini bilmekte fayda vardır. Bazı ayetlerde Kur’an’ın arabiliğine vurgu yapılarak “anlayıp kavramanız için” (Yusuf, 12), “Arapça okunup tebliğ edilen, dolambaçlı ifadeler içermeyen bir hitap olarak” (Zümer, 28) vb. ifadelere yer verilmiştir. Şatıbî öncesindeki literatür incelendiğinde Kur’an’ın arabîliğinin, kelime dağarcığı, üslup ve Arap dilinin diğer dillerden üstünlüğü olmak üzere başlıca üç konu ile ilişkilendirildiği söylenebilir: a. Kur’ân’ın Kelime Dağarcığı Ulûmu’l-Kur’an literatüründe Kur’an-ı Ke...

NAS İLE İBARENİN DELALETİ ARASINDAKİ FARK

Soru: “Açıklık bakımından lafız türlerinden biri olan “nass” ile delalet bakımından lafız türlerinden biri olan “ibaretu'n-nass” fıkıh usulü eserlerinde genellikle "Bir sözün kendisi için sevk edildiği anlam" şeklinde tanımlanıyor. Bu ikisi arasındaki fark nedir? Cevap: Bu soru ilk usul okumalarım esnasında benim de kafama takılmış ve cevabını merak etmiştim. Gerçekten de tanımlar itibarıyla “ibarenin delaleti” “nass” ile “işaretin delaleti” ise “zahir” ile benzeşmektedir. Ancak dikkatli bir gözle incelendiğinde açıklık bakımından lafızlar taksiminde nass ve zahir için verilen hemen bütün örneklerin bu taksimde ibarenin delaleti için örnek verildiği; işaretin delaleti için verilen örneklerin ise zahir lafza uymadığı görülmektedir. İşaretin delaleti için fıkıh usulü literatüründen birkaç örnek zikredelim: a) “Bu mallar, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir” (el-Haşr, 8) ayetinde muhacirlere “fakir” denilmesinden hareketle bir müslümanın daru’l-h...

İCMA'IN MAHİYETİNE DAİR

"Hz. Muhammed'in vefatı sonrasında müctehidlerin herhangi bir dini meselede ittifak etmesi" olarak tanımlanan icma, hemen hemen fıkıh usulcülerinin tamamı tarafından kabul edilen ve üzerinde hassasiyetle durulan bir delildir. İnkıraz-ı asrın şart olup olmaması, bir iki kişinin ihtilafının icmaa zarar verip vermemesi, icma'a katılanların müctehid olmasının şart olup olmaması, sükutî icmaın delil olup olmaması gibi pek çok açıdan tartışma konusu edilen icma'ın tam olarak neye tekabül ettiği hususunda özellikle günümüzde kafalar karışıktır. İcma'ı bir topluluk ictihadı (el-ictihadu'l-cemâ'î) olarak tasavvur eden kimileri icma'ın günümüz İslam dünyası için çok önemli imkânlar sunabilecek bir delil olduğunu savunarak İslam dünyasının birliğinin icma'dan geçtiği yolunda bir takım fikirler ileri sürmekte ve adeta “ne kadar çok icma edilirse o kadar iyidir!” gibi bir mantık yürütmektedir. Ancak icma hakkındaki bu beklenti isabetli değildir; çünkü ...

NE İSA’YA, NE MUSA’YA YARANAMAMAK

“Her nerede ve her kimle konuşursam konuşayım şunu tespit ettim ki aynı görüşü paylaştığım veya farklı düşündüğüm çoğu kimse, beni sadece ve sadece kendi söylediğine tabi olmaya ve sözünü tasdik etmeye davet ediyordu. Çoğu insanın yaptığı gibi, şayet sözlerini tasdik edip onaylarsam beni kendisiyle aynı görüşte kabul ediyordu; söylediği sözün tek bir harfine karşı çıksam veya yaptığı tek bir işe mesafeli dursam derhal beni muhalif diye yaftalıyordu. Söylediği veya yaptığı herhangi bir hususta “Ama Kitap ve sünnet böyle demiyor” desem “haricî”; tevhide dair bir hadis okusam “müşebbihe”; rü’yetullah’a dair bir değerlendirme yapsam “salimî”; imana dair konuşsam “mürcie”; amellere dair konuşsam “kaderiyye”, marifete dair söylesem “kerramiyye” oluveriyordum. Ebu Bekir ve Ömer’in faziletine temas etsem derhal “Nâsıbî”, Ehl-i beytin faziletinden dem vursam “Rafizî” damgasını yiyordum. Bir ayet veya hadisin açıklaması sorulduğunda lafzî bir yorum yapsam “Zahirî”; zahirin dışında bir yorum...

ŞATIBİ'NİN DÜŞÜNCESİNDE BAĞLAMSAL YORUM

“Sözün siyakı, duruma, zamana ve olaya göre değişir. Bir sözü dinleyen ve anlamak isteyen kişi, söz konusu olayı ve onu gerektiren durumu (muktezâ-yı hâl) dikkate alarak sözün başına ve sonuna bakmalıdır. Söz konusu olaya, birkaç cümle ile temas ediliyorsa bunların hepsi birbirine bağlıdır. Çünkü tek bir olay hakkında indirilmiştir. Bundan dolayı konuşulan sözü anlamak isteyen kişi, sözü başı ve sonuyla bir bütün halinde değerlendirmelidir. Şari’in maksadı ancak bu yolla anlaşılabilir. Kişi, sözün her bir parçasını birbirinden bağımsız olarak ele alırsa konuşanın iletmek istediği mesajı alamaz. Bu sebeple bir sözü doğru anlayabilmek için onun sadece parçaları üzerine düşünmek yeterli değildir. Bunun tek istisnâsı şudur: Duyduğumuz sözü, önce konuşanın kastını bir yana koyarak, Arap dilinin kuralları gereğince salt metin düzeyinde anlamaya çalışırız. Metni Arap dilinin kuralları düzeyinde anladıktan sonra ikinci aşamada sözün bütünü üzerinde düşünmek suretiyle konuşanın kastını tespit ...