Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mart, 2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Snapshot İctihadı

Fotoğrafçılıkta “şipşak resim” adı da verilen snapshot diye bir terim vardır, poz vermeksizin anlık fotoğraf çekme anlamında kullanılır. Özel olarak tasarlanmamış olan anlık bir manzaranın fotoğrafı aniden çekilerek ölümsüzleştirilir. Fıkıh tarihinde de bu nitelemeye seza -ve kanaatimizce eleştiriye açık- bazı ictihadlar vardır. Temsil gücü yüksek birkaç örnek vererek devam edelim: 1)       Şafii’ye göre Cuma namazının kılınabilmesi için asgari 40 kişilik bir cemaat bulunmalıdır; çünkü Hz. Peygamber’in Cuma namazı farz kılındığında ilk Cuma namazını Ranuna vadisinde yaklaşık 40 kişiden oluşan bir cemaat ile kıldığına dair bazı rivayetler vardır. Ne var ki bu konuda Hz. Peygamber’in bu sayıdan az cemaat ile Cuma namazı kılınmayacağına dair herhangi bir beyanı yoktur. İmam Şafii ve bu görüşü benimseyen diğer müctehidler ilk Cuma namazındaki cemaat sayısının fotoğrafını çekerek bundan aşağı olması durumunda Cuma namazı kılınmayacağını savunmuşlardır ki bu ...

MEAL MÜSLÜMANLIĞININ VARDIĞI NOKTA (2)

Facebook'ta bir grupta "Kadın ve erkek için Cuma namazının hükmü konusunda ne dersiniz?" sorusunun yer aldığı paylaşımın yorumları arasında şöyle bir yoruma rastladım: "Arkadaşların dedigi gibi yatıp kalkmakla ibadet olmaz. Namaz Kuran'da yoktur. Salad vardır. Salad nedir? Tuzdur; yani yardımlaşmadır." Yorumu okuyunca şaşkınlıktan dudağım uçukladı. Müfessir-i fazılımız (!) önce Kur'an'da namaz lafzının olmadığını; salad (salat değil!) lafzının yer aldığını tespit ediyor. Buradan (salt değil!) salad lafzının tuz anlamını geldiğini tespit ediyor. Sonra da tuz ile yardımlaşma anlamına intikal ediyor ve Kur'an'daki "namazı ikame edin", "namazları muhafaza edin!" içeriğinde hemen ne kadar ayet var ise bunlarla "yardımlaşma" anlamının kastedildiği sonucuna varıyor. Daha önce buna benzer hac kelimesiyle ilgili bir paylaşım daha yapmıştım. O müfessirimiz de (!) şöyle diyordu. "Haccın kelime anlamı tartı...

KUNUT DUALARI VE AMELÎ TEVATÜR

Yüksek lisansta Zihni Efendi’nin Nimet-i İslam’ı üzerine çalıştığım esnada merhumun kunut dualarını açıklarken koyduğu iki dipnot hayli dikkati çekmişti. Dipnotlara değinmeden önce halk arasında “İnna nesta’înüke” adıyla bilinen ilk kunut duasının Hanefi fıkıh literatürünün genelinde nakledilen tertibini zikredeyim: اللهم إنا نستعينك (ونستهديك) ونستغفرك ونتوب إليك (ونؤمن بك) ونتوكل عليك ونثني عليك الخير كله نشكرك ولا نكفرك (Bkz. Molla Hüsrev, Dürerü'l-hükkâm fî gureri'l-ahkâm, Dâru ihyâi'l-kitâbi'l-ArabîI, 113.; Tahtavî, Hâşiyetü't-Tahtâvî alâ Merâqi'l-felâh, I, 378; Meydanî, Lübâb, I, 76) Zihni Efendi, “nestehdîke” cümlesi hakkında şöyle diyordu: “Bu cümle bizim hıfzımızdaki kunutta bundan sonraki cümleden sonradır; o bundan evveldir. Me’hazde ve mütedavel olan kütüb-i fıkhiyyenin ağlebinde bu vechile mesturdur. Bizim mahfuzumuz olan tertip ise ancak Halebî’de ve Mecmau’n-enhur’dadır.” (Nimet-i İslam, Kitab-ı Salât, s. 355) “nü’minü bike” cümlesi h...

KAPSAM SORUNU (2)

Tedricin bir gereği olarak, asr-ı saadette şer’î düzenlemeler bir defada toptan gönderilmemiş ve şer’î hüküm ihtiva eden ayetler ve nebevî beyanlar bir takım olayların gerçekleşmesi veya bir mesele hakkında soru sorulması üzerine peyderpey gelmiştir. Gelen hükümlerin sebepleriyle sınırlı tutulması halinde pek çok ayet ve hadisin ilgili olay veya soru haricinde hiçbir beyanda bulunmaması gibi bir sonuç doğacaktır ki bu, dinin tarihüstü ve evrensel oluş keyfiyeti ile bağdaşmaz.  Bu tehlikenin önüne geçmek için fıkıh usulünde “sebebin hususiliği hükmün umumîliğine engel teşkil etmez” ve “sebebin hususiliğine değil, hükmün umumiliğine itibar edilir” kuralları vaz edilmiş; böylelikle özel bir sebebe binaen varid olan bu hükümlere tarihüstü bir mahiyet kazandırılmıştır. Ancak bu konudaki aşırı hassasiyet, başka bir soruna yol açmış ve lafızların, mütekellimin maksudu doğrultusunda, kimi zaman daha geniş, kimi zaman da daha dar çerçevede anlaşılmasını sağlayan siyak ve haricî karinel...

KAPSAM SORUNU (1)

Fıkıh usulü literatüründe ana çatı olarak “deliller” ve “hükümler” olmak üzere iki temel konu vardır. Hükümler bahsinde hükmün mahiyeti ve türleri, hakim (hüsn-kubh), mükellef gibi konular incelenirken deliller bahsinde Kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunların fer’i niteliğindeki tali deliller incelenir. Fıkıh usulü literatatürün genelinde hacim bakımından üçte birlik bir yekün tutan dil bahisleri ise mütekellemîn usul literatüründe müstakil bir bölümde; Pezdevî sonrası Hanefî usul literatüründe ise “Kitap” başlığının içinde incelenir. Hanefîlerin dil bahislerini bu başlık altında ele almasının başlıca sebebi Kur’an-ı Kerim’in dilsel bir metin (hitap/kitap) olmasıdır. Bununla birlikte usulcüler, dil bahislerinde yer alan lafız türlerinin ve ilgili kuralların, hadislerin yorumu için de aynen geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Dil bahisleri, son dönemde kıyas, istihsan ve ıstıslah gibi reye dayalı delillere nispetle daha az ilgi görüyorsa da bu konunun özellikle umum ifade eden lafızlara d...

ŞATIBÎ ÖNCESİNDE KUR’AN’IN ARABÎLİĞİ

“Şatıbî’nin Düşüncesinde Bağlamsal Yorum” başlıklı yazımızda Şatıbî’nin nassların yorumunda siyak-sibak bağlamı (paragraf/konu bütünlüğü) ve sebeb-i nüzul rivayetlerinde saklı olan tabii bağlama önem verdiğini ifade etmiş ve bununla da yetinmeyerek arabilik ve ümmilik terimleri üzerinden sosyo-kültürel bağlama da dikkat çektiğini vurgulamıştık. Şatıbî’nin arabilik ve ümmilik terimlerine hangi muhtevayı yüklediğine geçmezden evvel Şatıbî öncesinde arabilik ve ümmiliğin ne idiğini bilmekte fayda vardır. Bazı ayetlerde Kur’an’ın arabiliğine vurgu yapılarak “anlayıp kavramanız için” (Yusuf, 12), “Arapça okunup tebliğ edilen, dolambaçlı ifadeler içermeyen bir hitap olarak” (Zümer, 28) vb. ifadelere yer verilmiştir. Şatıbî öncesindeki literatür incelendiğinde Kur’an’ın arabîliğinin, kelime dağarcığı, üslup ve Arap dilinin diğer dillerden üstünlüğü olmak üzere başlıca üç konu ile ilişkilendirildiği söylenebilir: a. Kur’ân’ın Kelime Dağarcığı Ulûmu’l-Kur’an literatüründe Kur’an-ı Ke...

NAS İLE İBARENİN DELALETİ ARASINDAKİ FARK

Soru: “Açıklık bakımından lafız türlerinden biri olan “nass” ile delalet bakımından lafız türlerinden biri olan “ibaretu'n-nass” fıkıh usulü eserlerinde genellikle "Bir sözün kendisi için sevk edildiği anlam" şeklinde tanımlanıyor. Bu ikisi arasındaki fark nedir? Cevap: Bu soru ilk usul okumalarım esnasında benim de kafama takılmış ve cevabını merak etmiştim. Gerçekten de tanımlar itibarıyla “ibarenin delaleti” “nass” ile “işaretin delaleti” ise “zahir” ile benzeşmektedir. Ancak dikkatli bir gözle incelendiğinde açıklık bakımından lafızlar taksiminde nass ve zahir için verilen hemen bütün örneklerin bu taksimde ibarenin delaleti için örnek verildiği; işaretin delaleti için verilen örneklerin ise zahir lafza uymadığı görülmektedir. İşaretin delaleti için fıkıh usulü literatüründen birkaç örnek zikredelim: a) “Bu mallar, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir” (el-Haşr, 8) ayetinde muhacirlere “fakir” denilmesinden hareketle bir müslümanın daru’l-h...

İCMA'IN MAHİYETİNE DAİR

"Hz. Muhammed'in vefatı sonrasında müctehidlerin herhangi bir dini meselede ittifak etmesi" olarak tanımlanan icma, hemen hemen fıkıh usulcülerinin tamamı tarafından kabul edilen ve üzerinde hassasiyetle durulan bir delildir. İnkıraz-ı asrın şart olup olmaması, bir iki kişinin ihtilafının icmaa zarar verip vermemesi, icma'a katılanların müctehid olmasının şart olup olmaması, sükutî icmaın delil olup olmaması gibi pek çok açıdan tartışma konusu edilen icma'ın tam olarak neye tekabül ettiği hususunda özellikle günümüzde kafalar karışıktır. İcma'ı bir topluluk ictihadı (el-ictihadu'l-cemâ'î) olarak tasavvur eden kimileri icma'ın günümüz İslam dünyası için çok önemli imkânlar sunabilecek bir delil olduğunu savunarak İslam dünyasının birliğinin icma'dan geçtiği yolunda bir takım fikirler ileri sürmekte ve adeta “ne kadar çok icma edilirse o kadar iyidir!” gibi bir mantık yürütmektedir. Ancak icma hakkındaki bu beklenti isabetli değildir; çünkü ...

NE İSA’YA, NE MUSA’YA YARANAMAMAK

“Her nerede ve her kimle konuşursam konuşayım şunu tespit ettim ki aynı görüşü paylaştığım veya farklı düşündüğüm çoğu kimse, beni sadece ve sadece kendi söylediğine tabi olmaya ve sözünü tasdik etmeye davet ediyordu. Çoğu insanın yaptığı gibi, şayet sözlerini tasdik edip onaylarsam beni kendisiyle aynı görüşte kabul ediyordu; söylediği sözün tek bir harfine karşı çıksam veya yaptığı tek bir işe mesafeli dursam derhal beni muhalif diye yaftalıyordu. Söylediği veya yaptığı herhangi bir hususta “Ama Kitap ve sünnet böyle demiyor” desem “haricî”; tevhide dair bir hadis okusam “müşebbihe”; rü’yetullah’a dair bir değerlendirme yapsam “salimî”; imana dair konuşsam “mürcie”; amellere dair konuşsam “kaderiyye”, marifete dair söylesem “kerramiyye” oluveriyordum. Ebu Bekir ve Ömer’in faziletine temas etsem derhal “Nâsıbî”, Ehl-i beytin faziletinden dem vursam “Rafizî” damgasını yiyordum. Bir ayet veya hadisin açıklaması sorulduğunda lafzî bir yorum yapsam “Zahirî”; zahirin dışında bir yorum...

ŞATIBİ'NİN DÜŞÜNCESİNDE BAĞLAMSAL YORUM

“Sözün siyakı, duruma, zamana ve olaya göre değişir. Bir sözü dinleyen ve anlamak isteyen kişi, söz konusu olayı ve onu gerektiren durumu (muktezâ-yı hâl) dikkate alarak sözün başına ve sonuna bakmalıdır. Söz konusu olaya, birkaç cümle ile temas ediliyorsa bunların hepsi birbirine bağlıdır. Çünkü tek bir olay hakkında indirilmiştir. Bundan dolayı konuşulan sözü anlamak isteyen kişi, sözü başı ve sonuyla bir bütün halinde değerlendirmelidir. Şari’in maksadı ancak bu yolla anlaşılabilir. Kişi, sözün her bir parçasını birbirinden bağımsız olarak ele alırsa konuşanın iletmek istediği mesajı alamaz. Bu sebeple bir sözü doğru anlayabilmek için onun sadece parçaları üzerine düşünmek yeterli değildir. Bunun tek istisnâsı şudur: Duyduğumuz sözü, önce konuşanın kastını bir yana koyarak, Arap dilinin kuralları gereğince salt metin düzeyinde anlamaya çalışırız. Metni Arap dilinin kuralları düzeyinde anladıktan sonra ikinci aşamada sözün bütünü üzerinde düşünmek suretiyle konuşanın kastını tespit ...

ÇÖZÜM MÜ? KEŞKE BİLSEM!

Şer'î hükmü elde etmenin kaynak ve yöntemlerini araştırmak yanında Fıkıh usulünün önemli fonksiyonlarından biri de farklı düşünce ve eğilimler arasında ortak bir dil inşa etmesi ve ilmî/akademik tartışma için makul bir zemin oluşturmasıdır. İbn Hazm gibi şaz görüşleriyle öne çıkan birkaç kişiyi paranteze alırsak ortaya çıkışından 20. yüzyıla kadar fıkıh usulü bu fonksiyonunu büyük oranda yerine getirmiş, fıkhî ve itikadî mesailde ihtilaflar bulunsa da dinî epistemoloji; yani “sahih dinî bilgiyi elde etmenin yolları” konusunda müslümanlar arasında büyük bir konsensüs oluşmuştur. Klasik dönemde İbn Hazm, Nazzam vesair birkaç aykırı ses dışında, özellikle aslî deliller olarak bilinen Kitap, sünnet, icma ve kıyas delillerinden herhangi birine kategorik bir karşı çıkış olmamış ve bu deliller, ilmî münazaralarda hasmı ilzam edici bir rol üstlenebilmiştir. İstihsan, ıstıslah, sedd-i zeria gibi fer'î delillerde bile fıkıh usulü literatüründe yürütülen tartışmalar, kategorik kabul ...

SEBEB-İ NÜZUL VE SİYAK/BAĞLAM İLİŞKİSİ

Tedricin bir gereği olarak, asr-ı saadette şer’î düzenlemeler bir defada ve toptan gönderilmemiş ve hüküm ihtiva eden ayetler ve nebevî beyanlar bir takım olayların gerçekleşmesi veya bir mesele hakkında soru sorulması üzerine peyderpey gelmiştir. Gelen hükümlerin sebepleriyle sınırlı tutulması halinde pek çok ayet ve hadisin ilgili olay veya soru haricinde hiçbir beyanda bulunmaması gibi bir sonuç doğacaktır ki bu, dinin tarihüstü ve evrensel oluş keyfiyeti ile bağdaşmaz. Bu tehlikenin önüne geçmek için fıkıh usulünde “sebebin hususiliği hükmün umumîliğine engel teşkil etmez” ve “sebebin hususiliğine değil, hükmün umumiliğine itibar edilir” kuralları vaz edilmiş; böylelikle özel bir sebebe binaen inen/varit olan bu hükümlere tarihüstü ve genel bir hüviyet kazandırılmıştır. Ancak bu konudaki aşırı hassasiyet, başka bir soruna yol açmış ve lafızların konuşanın kastı doğrultusunda, kimi zaman daha geniş, kimi zaman da daha dar çerçevede anlaşılmasını sağlayan siyak ve haricî karinelere ...

MÜMTENİ BİR FİİL İLE YÜKÜMLÜ TUTMAK CAİZ MİDİR?

Abdülaziz Buharî’nin Pezdevî’nin usulü üzerine yazdığı Keşfü’l-esrâr adlı eser, Hanefi usul literatürü içinde müstesna bir yere sahiptir. Usulü’l-Pezdevî gibi, demir leblebi bir eserin anlaşılmasını sağlaması yanında o döneme değin sürdürülen usul tartışmalarının pek çoğunu ihtiva etmesi itibarıyla da bir usul ansiklopedisi görünümündedir. Bu eserde dikkat çekici özelliklerinden birisi de farklı münasebetlerle Abdülaziz Buharî’nin “va’lem” (Bilesin ki...) diye söze başlayıp bir meseleyi hülasa eden açıklama notlarıdır. Yer yer sayfaları bulan 150 civarında bir yekün tutan bu notların esere ayrı bir değer kattığı belirtilmelidir. Geçen yazılardan birinde Buharî’nin bu açıklama notlarından birini aktarmıştım. Bugün de Eş’arîler ile Matüridilerin Allah tasavvurundaki farklı yaklaşımlarını çok iyi yansıttığını düşündüğüm teklif-i mâ lâ yutâq ile ilgili bir pasaj aktaracağım. Yorumu size kalmış. “Bilesin ki ümmet, teklif-i mâ lâ yutâq olarak bilinen mümteni bir fiil ile mükellef tu...

BİR GAYECİ YORUM ÖRNEĞİ

İbn Ferişteh olarak da bilinen ve Nesefi'nin el-Menâr'ı üzerine yazdığı şerhle şöhret bulan İbn Melek'in, Meşarıku'l-envâr adlı hadis derlemesi üzerine yazdığı Mebarıku'l-ezhâr adlı şerh, özellikle fıkıh usulü kurallarının tatbiki ve Hanefi geleneğinin hadislere yaklaşımının tesbiti açısından önemi haiz bir eserdir. İbn Melek'in bu eserde bazı hadislerle ilgili yorumları dikkat çekicidir. Hukuk başlangıcı veya hukuka giriş adını taşıyan eserlerde literalist yorum, gai yorum, sistematik yorum ve mantıksal yorum gibi yorum çeşitlerinden söz edilir. Bu yorum türlerinin hemen hepsinin İslamî literatürde izdüşümünü bulmak mümkündür. Mesela literalist yorum denince akla İbn Hazm; gai yorum denince ise Şatıbî gelir. Yorumda metni oluşturan kelimeler arasındaki gramatik ilişkiler ve umum-husus gibi özellikler elbette önemlidir; ama yorumda sadece metindeki lafızlarla ve lafzî ilişkilerle iktifa edilmesi çoğu zaman isabetli sonuç vermez. Bundan dolayı usul eserl...

İCMAYA DAİR BİR NÜKTE

Karafî, el-İhkâm fi temyizi'l-fetâvâ ani'l-ahkâm adlı eserinde Gazzali'den naklen şöyle diyor: "İcmaya muhalefet eden; ama muhalefet ettiğini bilmeyen bir müctehidin, icmaya muhalefet ettiğinden haberdar oluncaya kadar ictihadında sebat etmesi gerektiği hususunda icma vardır." "İcmaya muhalefet etmek gerektiği konusunda icma etmek!" İlk bakışta yadırgatıcı olsa da Gazzalî bu sözünde iki önemli hususa dikkat çekiyor. a) Müctehid, ictihadını değiştirmesini gerektiren bir delille karşılaşıncaya kadar -görüşü icmaya muhalif olsa bile- ictihadında sebat etmekle yükümlüdür. b) Salt icmaya muhalefet etmenin itikadî açıdan bir tehlikesi yoktur. Asıl tehlike, bir konuda icma oluştuğuna kani olan kişinin her ne pahasına olursa olsun muhalif tavrında ısrarcı olmasıdır. Peki icmayı edille-i şer'iyyeden biri saymamak da icmaya muhalefet etmek hususunda geçerli bir mazeret sayılabilir mi? Bu konu üzerinde biraz kafa yormak lazım.

EMİR SÎGASI NEYİ GEREKTİRİR?

Fıkıh usûlünün en tartışmalı konularından biri hiç kuşkusuz emir bahsidir. Literatürde fiilin emir sayılıp sayılmayacağı, emir için belirlenmiş bir sıyganın bulunup bulunmadığı, if’al (yap!) siygasının hangi anlamı veya anlamları ifade etmek için vaz edildiği, karinesiz kullanımda bu anlamlardan hangisinin önceleneceği, emrin fevri veya tekrarı gerektirip gerektirmediği gibi pek çok konu ayrıntılı bir şekilde tartışılmaktadır. Bu sıyganın,  a) vücup, nedb, irşad, ibaha, ikrâm, imtinan... gibi pek çok anlama gelebileceği,  b) bu anlamların tümünün emir sıygasının hakikî anlamı olmadığı  c) emir sıygasının kullanıldığı anlamı, öncelikli olarak sıygasının değil, karinelerin tayin ettiği  gibi hususlarda dilciler ve usûlcüler arasında bir ittifaktan söz edilebilirse de hakiki anlamın bunlardan hangisi veya hangileri olduğu hayli tartışılmış ve neticede şu dört anlam öne çıkmıştır: vücup, nedb, ibaha ve tehdid. Emir sîgasının delaleti konusunda başlıca ...

İBN HALDUN'UN TASNİFİNE DAİR

Bir önceki yazıda İbn Haldun’un (v. 808) fıkıh usulü literatürü hakkındaki bazı değerlendirmelerine yer vermiştik. Özetle şöyle diyor İbn Haldun: “Fıkıh usulü müdevvenâtı, müellifleri itibarıyla ikiye ayrılır: Bunlardan ilki fukaha mesleği olup Hanefiler tarafından tercih edilmiştir; ikincisi ise mütekellimîn mesleği olup Eş’arî ve Mutezilî kelam alimleri tarafından tercih edilmiştir. Daha sonra bu iki mesleği mezceden bazı eserler de yazılmıştır.” İbn Haldun’un her bir meslek için zikrettiği müellif ve kitap isimlerine bakıldığında mütekellimîn usul literatürü hakkında yeterli bilgiye sahip olduğu; fukaha mesleği hakkında ise çok fazla bilgiye sahip olmadığı görülmektedir. Çünkü kelamcılar tarafından telif edilen usul eserlerinde lokomotif metinlerle onlar etrafında öbeklenen muhtasar metinleri en ince ayrıntısına kadar saymasına rağmen fukaha mesleği için Debusi ve Pezdevî’nin usullerinden başka bir esere yer vermemiştir. Eş’arî, Mutezilî ve Hanefi mezhepleri haricindeki literat...

USUL-İ FIKIH, YALNIZCA FIKHIN USULÜ MÜDÜR?

İlahiyat camiasında usul-i fıkıh ilminin yalnızca fıkhın usulü olduğuna ve dolayısıyla sadece fıkıhçıların iştigal etmesi gereken bir alan olduğuna dair yaygın bir kanı vardır. Ancak bu kanı son derece yanlıştır; çünkü fıkıh usulü terkibindeki “fıkıh” kelimesi, şer’î amelî hükümleri araştırma konusu edinen ilmin özel adı olmaktan ziyade tefakkuh; yani anlama ve kavrama anlamındadır. Şu halde fıkıh usulü, dini gereği gibi anlama ve kavramanın usulünü ve yöntemini öğreten ilim demektir. Dinin “uygulama, inanç ve ahlâk” olmak üzere başlıca üç boyutu vardır. Uygulama boyutu fıkıhçılar; inanç boyutu kelamcılar; ahlak boyutu ise ahlâkçı ve tasavvufçular tarafından araştırma ve inceleme konusu edilmiştir. Tefsir ve hadis ilimleriyle birlikte bu ilimlerin tümüne birden akademide Temel İslam Bilimleri denilmektedir. Nasslar, bütün bu ilimlerin temel kaynağı olduğuna göre nassların doğru bir şekilde anlaşılıp yorumlanabilmesi için bir yöntem bilgisine ihtiyaç bulunduğu izahtan varestedir. ...

ZAMANIN DEĞİŞMESİNE DAİR BİR NÜKTE

Kayrevan'da güven ortamının azaldığı bir dönemde insanların pek çoğu evlerini korumak için bekçi köpeği edinmişler. Bu amaçla köpek edinip evinin önüne bağlayanlardan biri de dönemin meşhur Malikî fakihi İbn Ebî Zeyd el-Kayrevânî imiş. Bazı Malikîler, "İmam Malik, şehirde köpek edinmeyi mekruh görüyor" diye itiraz edince İbn Ebî Zeyd,  -"İmam Malik böyle bir zamanda yaşasaydı evinin önüne [bırakın köpeği] aslan bile bağlardı" demiş. [Tahir b. Aşur, Mekâsıdu'ş-şeriati'l-İslamiyye, s. 315.]

USULDE TELFİK OLUR MU?

Çağdaş dönem fıkıh usulü literatüründe Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, ıstıslah, örf, ıstıshab, sedd-i zeria, kavl-i sahabi ve şer'u men kablena gibi pek çok delil bir kolaj halinde ele alınır ve müctehidlerin ilgili deliller hakkındaki kanaatlerine ayrı ayrı temas edilse bile “Aslında Şafii istishana karşı çıksa da o bu isimlendirmeye karşı çıkmıştır, yoksa onun ictihadları arasında istihsan olarak değerlendirilebilecek örnekler vardır”; “Hanefi usul literatüründe sedd-i zeria'ya ismen yer verilmemiş olsa da onlar da uygulamada sedd-i zeriayı uygulamışlardır” gibi ifadelerle mezheplerin usulleri birbirine yaklaştırılmaya gayret edilir. Bu siyasi açıdan anlaşılabilir bir şey olmakla birlikte, mezhep usullerinin özgünlüğünü bozan bir şeydir. Çünkü her bir müctehidin kendince belirlediği bir deliller bütünü olup mezhebin dokusunu onlar oluşturur. Başka bir mezhep usulünden bir delil devşirilip kullanılmaya başlayınca bu doku uyuşmazlığına yol açabilir. Bir müctehidin hük...

MEZHEPLERLE İLİŞKİ BİÇİMİMİZ NASIL OLMALI?

Bir kaç ay önce bağlamsallık üzerine birkaç yazı yazmıştım. O yazılarda nassların bağlam dikkate alınarak yorumlanması gereği üzerinde durmuştum. Takriben bir hafta önce bir kez daha spesifik bir örnek üzerinde bağlamın önemine vurgu yapan bir yazı yazmıştım. Bağlamsallık, tarihin belli bir döneminde teessüs eden mezheplerin kurucu veya müntesip fukahasının ictihadları için de haydi haydi geçerlidir. Mezheplerin halen önemini sürdüren dinî kurumlar olduğu müsellem olmakla birlikte mezhep imamları ve fıkıh bilginleri meselelere, kendilerinden sonraki yüzyılları göz önünde bulundurarak değil kendi dönemlerini ve içinde bulundukları toplumsal olguları dikkate almak suretiyle çözüm üretmişlerdir. Nitekim tarihî süreçte belli bir mezhebe mensup olan fıkıh bilginleri, mezhep imamlarının görüşlerini dikkate almakla birlikte onlarla sınırlı kalmamışlar ve gerekli gördükleri durumlarda farklı uygulamalara kapı aralamışlardır. Söz gelimi Hanefi mezhebinde ilk dönemler itibarıyla menfaat...